Monday, August 27, 2012

Sergi / Stéphane Couturier

Dün TPI'deki (Le Théâtre de la Photographie et de l’Image) Stéphane COUTURIER sergisine gittim. Afişinde yer alan bindirme (superimposed kelimesinin karşılığı olarak kullanıyorum, aslında çoklu pozlamaya benzer ancak daha çok sonradan "yapılan" fotoğraflar için kullanılıyor, karanlık odada yapılan sandviç baskılar örnek olarak verilebilir) fotoğraftan dolayı pek bir umutluydum ancak -daha sonradan farkettiğim üzere sergi için seçilen işler açısından- pek beklediğimi bulamadım. Aslında tam olarak beklediğimi bulamadım diyemem, çok hoşuma giden bir kaç iş vardı ancak genel olarak fotoğraf serilerindeki (Duane Michals'ın serial narrative -seri anlatı(m)?- işleri (örneğin, Two Old Men Talking) gibi kısa zaman dilimlerinde gerçekleşen hikayeler değil de mesela Polonya'dan Aneta Bartos'un serileri gibi farklı zaman ya da mekanlara ait ancak hikaye anlatımı açısından bütünlüklü işleri kastediyorum) güçlü ve taşıyıcı işlerin yanında anlatılmak istenen hikayeyi tamamlayan işlere yer verilmemiş ya da yanlış yerde yer verilmiş olmasından dolayı zayıftı. Hatta örneğin Melting Point (Erime Noktası) serisinde yer alan bir işin yanlışlıkla isimlendirilerek seriye girdiğini falan düşündüm ki an itibariyle sanatçının sayfasında bu fotoğrafın o seride zaten yer almadığını farkettim. Bahsettiğim fotoğraf aşağıda, diğerleri verdiğim bağlantıdan görülebilir.




Bu işin karşısındayken ilk düşündüğüm şey "bu bir illüstrasyon yahu" oldu, tür olarak farklı olmasının yanında Melting Point'teki anlatı ile ilişkisini ise hala çözebilmiş değilim ancak belki de bir isimlendirme yanlışlığıdır, emin değilim. Bunun yanında, sergi mekanında bazı işlerin büyük boy baskıları yer almasına rağmen bu işlerin serileri bozacak şekilde ayrık yerleştirilmiş olmalarından ve bu serilerden bence iyi bir seçim yapılamamış olmasından dolayı aynı seriler İnternet sayfasında çok daha etkileyici görünüyor. Mesela her bir fotoğrafta fotoğrafın adının yanısıra hangi seride yer aldığına özellikle baktığımı hatırlıyorum. Özellikle, çok katlı binaları çağımızın anıtları olarak gösterdiği Monuments; ve anladığım kadarıyla küreselleşme bağlamında iç içe geçmişliği ve (otomobil fabrikasından görüntülerle gönderme yaptığı) tektipçi, neredeyse seri üretilen -yaşayan, sürekli değişen ancak giderek birbirine yakınsayan- yapılaşmaları anlattığı Melting Point serileri İnternet sayfasında çok daha iyi sunulmuş. Eski-yeni karşıtlığını anlattığı In Between serisinin ise sunumu en azından beklendiği gibiydi.




Varlıklarından sanatçının İnternet sayfasından haberdar olduğum video işlerini ise sergi mekanında göremedim, TPI'nin sayfasında ise bu videoların sadece 30 Haziran'daki sergi açılışında, sanatçının da katılımıyla gösterildiği yazıyor. Genelde fotoğraf serilerindeki hikayeleri destekler tarzda olanları (örneğin en son Cer Modern'de gördüğüm Erwin Olaf'ın serileriyle birlikte sunulan videoları) hikayeyi tamamlayıp hikayenin içine daha rahat çekilmemizi sağlayabiliyor, zira genelde ekran-kulaklık çiftiyle sunuldukları için daha yalıtılmış bir ortam yaratıyor. Sanatçının sayfasından izlenemeyen videoları da seri işleriyle aynı bağlamda üretilmiş işler gibi duruyor, ancak buna rağmen bu gösterim neden sürekli yapılmadı fikrim yok. Üstelik mekanda bir ekran da var ancak genelde yaptıkları gibi yine sanatçı ile ilgili belgesel, röportaj, vs. yayınlanıyordu. Hikayeleri çözmeye çalışırken bir aynı odanın farklı bir yerinde röportajın sesinin gelmesi fotoğrafların pek yararına değildi. Böylelikle küratörün önemini vurguladıktan sonra sanatçıya geçiyoruz; sergi tanıtımında eski bir mimari fotoğrafçı ve "şehir arkeoloğu" (bu isimde bir serisi de var) olarak tanımlanmış, işleri de zaten mimari ağırlıklı ve globalizasyon, düzen-kaos, yaşayan/değişen bir organizma olarak şehir bağlamında iç içe geçmişliği ve düzen-karmaşa birlikteliğini ve çelişkisini anlatıyor. 1994 yılından beri bu seriler üzerinde çalışıyormuş ve 2003 yılında Niépce ödülünü almış (bu gibi şeylerden çok etkilenen bir bünyeye sahip değilim, "böyle de bir ödül varmış" demek için yazıyorum). Bindirme tekniği kullandığı işlerinde çok detaylı sahneler ortaya çıktığından olsa gerek büyük format bir kamera ile çalışıyormuş. Perspektifi de mümkün olduğunca yok edip üst üste binmiş ve düz fotoğraflar üretiyormuş -ve hatta fotoğrafa baktığınızda ilk olarak gözünüze çarpan bir detay olmasını istemiyormuş. Birbirine yakınsayan ve giderek aynılaşan yapılaşmayı anlatmak için çok akıllıca kullanılmış bir yöntem, gerçekten fotoğraflarından aklımda kalan bir detay hatırlamıyorum.

Sergi mekanından diğer fotoğraflar ise şöyle,






Wednesday, August 15, 2012

Bir "yara" olarak fotoğraf

Roland Barthes'in fotoğraf algısına salt kişisel yaklaşımını çok sevdim. Genelgeçer beğeni ölçütlerini dışarıda bırakarak ve "Neyi beğeniyoruz?" yerine "Neyi beğeniyorum? Ve neden?" sorularını sorarak fotoğrafın aslında ne kadar "kişisel" olduğunu vurguluyor. Elimde Türkçe kopyası olmadığından İngilizce'sinden alıntılıyorum, altta çevirisi var.

Photography could not, in my mind, be separated from the "pathos" of which, from the first glance, it consists. I was like that friend who had turned to Photography only because it allowed him to photograph his son. As Spectator I was interested in Photography only for "sentimental" reasons; I wanted to explore it not as a question (a theme) but as a wound: I see, I feel, hence I notice, I observe, and I think.
"Fotoğraf, bana göre, aslında var ettiği "pathos" kavramından ayrı düşünülemez. Fotoğrafa sadece oğlunun fotoğraflarını çekmesini sağladığı için başlayan arkadaşım gibiyim. Seyirci olarak fotoğrafla sadece "duygusal" sebeplerle ilgiliyim; onu bir soru (ya da bir konu) olarak değil bir yara olarak keşfetmek istiyorum: görüyorum, hissediyorum, bu sayede farkediyorum, gözlemliyorum ve düşünüyorum."

Yara'nın burada, sadece sahip olanın anlayabileceği bir metafor olarak kullanılmasına bayıldım. Pathos da zaten "merhamet ve sempati gibi his uyandırma gücü veya yeteneği" olarak geçiyor. Bu tarzını açıkladıktan sonra ileri sürdüğü Studium ve Punctum kavramları da bu kişisellik bağlamında tanımlanmış. Studium bir fotoğrafın ilgimizi çekmesini ve/ya onu beğenmemizi sağlayan ve kültürel geçmişimizden türeyen birikimimize karşılık gelirken Punctum iyice kişiselleşerek Studium sayesinde ilgilendiğimiz fotoğraftan (varsa) çıkıp gelen ve bizi vuran detaya ya da nesneye karşılık geliyor. Örneğin kitapta yer verdiği ya da sözünü ettiği fotoğrafların orada olma sebebi Barthes'in Studium'u ile birlikte -o fotoğraflarda etkilendiğini söylediği nesneler ve detaylar olduğu için ise- yine onun Punctum'u. Herkes bu fotoğrafları seçmeyebilir ya da -seçse bile- Barthes ile aynı Punctum'u paylaşmayabilir. Örneğin Görsel Antropoloji dersi için bir öğrenci tarafından hazırlanan videoda bir Loretta Lux fotoğrafı üzerinden Punctum'un kişiden kişiye nasıl değiştiği inceleniyor.

Film on Barthes Punctum and Studium

Burada çekimi yapan öğrenciye göre fotoğraftaki Punctum çocuğun giysisindeki doku iken fotoğrafı gösterdiği diğen insanlara göre saçı olabiliyor (fotoğrafın gerçekçi görünmediğini ya da kurgu olduğunu söyleyenler için bu fotoğrafta onlara göre bir Punctum olmadığını düşünüyorum, videonun sahibi ise bunları farklı bir Punctum olarak yorumlamış anladığım kadarıyla). Değişik coğrafyalardan değişik fotoğraf tarzlarının ortaya çıkması (en belirgin farkedebildiğim örnekler olarak Fransız ve İskandinav -ve hatta orada eğitim almış- fotoğrafçıların eserleri aklıma geliyor) da yine ortak/etkilenilmiş bir Studium'un varlığına işaret ediyor. Arada klasiklere dönüş gerçekten fena fikir değil.

Koleksiyoncu ile görülmek, fahişe ile görülmek gibiydi...

Sarah Thornton'un kitabı Seven Days in the Art World sonunda elime geçti. Kitabı karıştırırken rastgele açtığım bir sayfada John Baldessari'nin söyledikleri kitaba dair beklentilerimi (genel olarak aşağıdaki dönüşümün nasıl gerçekleştiği sorusu) karşılamaya yönelik umut verici.

I came out of a generation where there was no connection between art and money, then all of a sudden, in the 1980s, money came into the picture. Before that, collectors were very scarce, so when they turned up, I just reacted. I didn't want to have that connection. It was like being seen with a hooker. I wanted to stay pure. I thought, 'You buy my art, not me. I don't want to be at your dinners'. Then I slowly realized, hmmm, that collector, he knows a lot about art, he's not so bad. One at a time, gradually, it dawned on me that you can't condemn by type.

Çevirisi ise şöyle olabilir: "Bizim nesilde para ile sanatın hiçbir bağlantısı yoktu, 1980'lerde para birden bire işin içine girdi. Öncesinde, koleksiyonerler çok enderdi, bu yüzden de ortaya çıktıklarında tepki gösterdim. Onlarla bağlantım olsun istemedim. Koleksiyonerle bağlantının olması tıpkı bir fahişeyle görülmek gibiydi. 'Sanatımı satın alıyorsunuz, beni değil. Yemeklerinize katılmak istemiyorum' demiştim. Sonra düşündüm ki, hmmm, şu koleksiyoner, sanat hakkında çok şey biliyor, hiç fena değil. Birer birer, ve zamanla, genelleme yapmamak gerektiğini farkettim."